Etiketler

,

0z8kgltjjnd7tbf1yo5

“(…)

Dünyada gönül ferahlatan bir tek lâkırdı vardır. Onun da adını «küfür» koymuşlar, diyen Bektaşi babasına hak veren Eşref, san’atıyle bunu ispat etmiştir. (…)

(…)

Mehmet Akif, şâir Eşref’i Abdülhamid’e en güzel sö­ven adam diye sever, bu kıtasına bayılırdı:

Besmele güş eyliyen Şeytan gibi,
Korkuyorsun «Höt!.» dese bir ecnebi.
Pâdişâhım öyle alçaksın ki sen,
İzzet-i nefsin Arap İzzet gibi! (*)

(*) Mithat Cemal Kuntay: Mehmet Akif, sayfa: 242”

Şair Eşref (Bütün Şiirleri ve 80 Yıllık Hatıraları), Hilmi Yücebaş, Dilek Yay., İstanbul, 1984

“6 Haziran 1879’da Fatsa, 12 Ekim 1882’de Çapakçur, 25 Ağustos 1885’te Hezan, 25 Temmuz 1887’de Ünye, 8 Ocak 1888’de Tirebolu, 27 Haziran 1890’da Garzan, 14 Ağus­tos 1893’te Garbi Karaağaç (Acıpayam), 1 Mayıs 1894’te Buldan, 25 Mayıs 1896’da Kula, 22 Eylül 1897’de Kırkağaç kaymakamlıklarında bulunan şâir Eşref, son olarak Meş­rutiyetin ilânından önce 27 Haziran 1900 tarihinde Gördes kaymakamı bulunuyordu. Fakat 3 Aralık 1902’de Tevfik Nevzat ve Hafız İsmail Beylerle birlikte İzmir’de tevkif edildiğinden, 12 Aralık 1902’de Gördes kaymakamlığından ayrıldı. 14 Aralık 1902’de İstanbul’a getirilen şâir Eşref. 15 Nisan 1903’de evinde zararlı evrak bulunması ve politika suçuyle cinayet ithâmiyle haksız olarak bir yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.

On gün fazlasıyle cezasını bitirip hapishaneden çık­tıktan sonra 20 Aralık 1903’de İzmir’e gelen şâir, geçir­diği üzüntülü günleri ve çektiği işkenceleri hatırladıkça:

«Çektiğim cevr ü cefânın sebebinden sorma,
Deme kim: — Bâdıhavâ menkabe dellâlı budur!
Habs ile, nefy ile, işkence ile ömrü geçer,
İşte Türkiyye’de şâir olanın hâli budur!»

diyor ve hürriyet düşmanı Abdülhamid’e de şöyle sesleni­yordu:

«Ey pâdişâh-ı âlem, düşman mısın zekâya?
Erbâb-ı iktidarı gördün mü saldırırsın;
Asrında kaldı millet üstadsız, kitabsız,
Havf eylerim yakında Kur’ân’ı kaldırırsın.»”

agy s. 7

“(…) Tilkilik eşrafından olan Hasan Bey için:

Tilkilikte yavrunun beyhude koptu kuyruğu;
Böylece sâdık idi angarya nefye gitmeden.
Sen Hasan Beyde olan kurnazlığı seyreyle kim
Mazharı af oldu ömründe kabahat etmeden.

Şeyh Nuri Efendi için:

Sen sen ol her gördüğün ademle etme ihtilât
Hânumânın bir kuru isnad edip de yıkmasın;
Boynuna takmazdan evvelce oku kerrat ile
Nüshası Şeyhin de evrâk-ı muzırra çıkmasın…

(…)

(…) İkinci hanımı Manisa’lı Ayşe’yi sarhoşluk sâikasıyle aldığından çirkin olduğu için bıraktı. (…)

(…)

Hafiye takibiyle bayatını her zaman için tehlikede gören Eşref, Mısır’a gitmeğe hazırlanırken karısı Hatice Hanımın ağzından şu şarkıyı yazmıştı:

«Hasretinle gönlümü incitme Allah aşkına,
Ya götür birlikte yahut gitme Allah aşkına,
Sabr-ı Eyyüp üstüne bahsetme Allah aşkına,
Ya götür birlikte yahut gitme Allah aşkına!..»

17 Ağustos 1904 tarihinde Mısır’a giden şâir Eşref, gözleri yaşlı olarak son defa İzmir’i doya doya seyrederek:

«Böyle bir seyahatten mücerred maksadım,
Bastığım toprak Osmanlı, Acem, Rus olmasın.
İsterim öyle bîr hürriyet almış memleket,
Olmayınca âdemin bir cürmü mahbus olmasın!.»

demiş ve çok bedbin duygularla yurdundan ağlayarak ayrılmıştı:

«Nefret etdim bâdemâ Osmanlı nâmı istemem,
Yok mu istikraha hakkım söyle Allah aşkına?
Pâdişâhım, başka bir lutf istemem senden, fakat,
Tâbi’iyyetden beni affeyle Allah aşkına!»

1905 – 1906 yıllarında bir süre Paris, İsviçre ve Kıbrıs’ta da bulunan Eşref, tekrar Mısır’a dönmüş ve Meşrutiyetin ilânına kadar burada oturmuştur.

(…) Mısır’dan Paris’e geldiğinde, trenden Paris manzarasını görünce Vlctor Hugo İçin şu kıt’ayı söylemişti:

«Yok duhuliyyem elimde Cennete girmek için.
Âcizane iltica ettim der-i iclâline…
Nerdedir Victor Hugo bîr kerre görmek isterim;
İşte geldim Mondiyö dergâh-ı alûl âline…»

Eşref, Victor Hugo’nun şu şiirini çok sever ve dâima okurdu:

«Sen diyorsun ki: Ağyarı hissediyor, çâresini arıyorum,
Teşhis koyunca: Ben bir Archimedé oluyorum.
İlâcım da şudur: Dünyâda iyilik yap! Diğer teşhise gelince,
O dahi şudur: HeV şeyi sevecek, fakat haset etmeyeceksin!..
İnsanoğlu! Hakikat mı arıyorsun?.. Zinhar doğruluktan ayrılma!..»

Eşref, vatanın selâmeti için Avrupa’ya kaçan vatansever Türklerle Paris’te buluşmuş, milletin istibdattan kurtulması hususunda hürriyet âşıklarıyle çalışmalarda bulunmuştur.

(…)

Eşref, Paris’te bulunduğu sıralarda. Türklerin devam ettikleri kahvehanelerde şâir Yahya Kemal’i de tanımıştı.

O sıralarda Eşref 50 yaşlarında yetişkin bir adam, Yahya Kemal ise henüz yirmisinde bile değil… Bu kahvehanelere devam edenler arasında, şâir Hüseyin Siret Özsever, Dr. Abdullah Cevdet, Peyâm-ı Sabah başyazarı Ali Kemal gibi tanınmış yazar ve siyâset adamları da bulunurmuş. Ali Kemal sık sık Arap edebiyatından bahseder, onlardan parçalar okurmuş. Yine bir gün Arapça şiirler okurken Eşref söze karışmış:

«— Ben Arap edebiyatı nâmına, vaktiyle Beyrut’ta bulunduğum sıralarda bir Kafeşantanda şöyle bir parça dinlemiştim. Onun dışında ne bir şey gördüm, ne de işittim.» der ve şu parçayı okur:

Hüznüm, kederim, değil mi belli.
Mest etti beni bu çifte telli,
Yalelli, yalelli, yalelli!..

Ali Kemal’in biraz safça tarafları varmış; bu parçanın bir muziplik olsun diye okunduğunun farkına varamaz. Eşrefin dilinden de korktuğundan, onu bilgisizlikle suçlamaktan çekinir; yalnız Eşrefin işitemeyeceği bir ses tonuyle yanındakilere:

— A mirim, bu adam ne kadar câhil, bu sözleri Arapça sanıyor…» der. Eşrefin alayındaki inceliği sezemez.

(…)

Meşrûtiyetin ilânından iki ay sonra İstanbul’a gelen Eşref, 30 Eylül 1908’de Kasaba (Turgutlu) kaymakamlığına tâyin edildi. Fakat ortalığın huzursuzluğu ve hükümet idâresinin bozukluğu şâirin çok canını sıkmış ve:

Bir kasaphaneye dönmüş Kasaba,
Her yeri bir sürü bekler, oturur!.
öyle asayişi muhtel olmuş,
Memleketlerde köpekler oturur…»

diyerek İstanbul’a gelmiş ve Yeni Gazete’nin «Râd-ı kaza» sütununda kıtalarını yayınlamağa başlamıştır.

(…)

BEYİT
İşim çok, rütbe istihsâline vakt-ü zamanım yok;
Benim anka gibi âlemde, nâmım var, nişanım yok!..”

agy s. 7-12

“(…)

Bu müstesna zekâlı şâir, tok sözlülüğü, Abdülhamid’i, İkinci Meşrutiyeti, İttihad ve Terakki’yi amansızca hicvet­mesi yüzünden hayatını menfalarda geçirmiş, içkiye fazla düşkünlüğünden vücudunu harap etmiş ve tutulduğu verem hastalığından kurtulamayarak 22 Mayıs 1912’de Kırkağaç’­ta Bahçıvan pazarındaki evinde ölmüştür

(…)

EŞREF’ İN MEZARI

Şol kadar eyledim ebnay-i beşerden nefret,
İstemem yüzlerini görmeği mahşerde bile…”

agy s. 17-19

“Eşrefin yayınlanmamış kıt’alarmdan:

Ne ekâbir, ne ricalde, ne de bizde var huzur,
Künyemiz yoksa da ayan ile meb’usta bizim.
Onların bâb-ı sarayda, ……ken anası,
Anamız ağladı sürgün ile mahbusta bizim..

Pâdişâhım yap bana da bir konak;
Şu Boğaz’da, kimseden eksik miyim?..
Bir hanım sultan da ihsan eyle kim,
EŞREF oldumsa eşekte …miyim?..

Edeyim bir iki yıl şöyle rahat,
Sadrıâzam, şuraya git!, demesin..
Yerimi söylemesin sultana da,
Ki, unutsun o da bir bok yemesin!..

İmam sordu musallada yatandan.
Cemaat hep yalan şahitlik etti.
Dedim içten, kizipte, bîhâyâ’da
Sen üstâddın, sana şakirtlik etti.

Durup şöyle o musallada garip masum idi,
Doğru hal ile it, geldi, köpek gitti herif.
Ben imam olsa idim şöyle verirdim telkini:
Edemem hâlini, ecdadını …sem tarif..

Koydular cümle musallaya tutup bir ölüyü,
Hoca sordu cemaata: — Bu nasıl insan idi?.
El gibi Allaha karşı ne yalan söyleyeyim:
Hocanın yok şerefinden, şerefi noksan idi.

(…)”

agy s. 22

“(…)

Aradan 42 yıl geçmesine rağmen. Eşrefin bu kaybolmuş şiirini bulana rastlanamamıştır. incelemelerim sonunda bu şiir de bulunmuştur. Bu şiir, tanınmış din âlimlerimizden olup, Meclis-i Tetkikat-ı Şer’iye âzası ve kazasker Mardini Yusuf Sıtkı (1816 1903) Efendiye yazılmış bir «Bahariye»dir. Tanınmış hukuk profesörlerimizden Ebul’ulâ Mardin’in babası olan Yusuf Sıtkı Efendi, İmam Gazali’nin «İhya-ül-Ûlûm» adlı meşhur eserini dokuz cilt üzerinden tercüme ve şerh ettiğinden dolayı Abdülhamid tarafından Bitlis’e sürülmüştü. Şâir Eşref de o sırada Bitlis’in bir kazasında kaymakam bulunuyordu.

Hilmi YÜCEBAŞ

BAHARİYE

Geldi hengâm-ı behin-ü bihterin-i nevbehâr,
Sine-i üftâdegâne döndü sahn-ı lâlezâr.
Rûy-i arz ak câmelef giymişti güya kardan,
Mevsimi geldi değiştirdi zeh-i perverdigâr.
Deşt-i sahra yemyeşil atlas büründü başına.
Zümrüd-âsâ oldu endâm-ı tabiat aşikâr.
Bir sebeb ol, aldır ey zat-ı kerim-ü kamilkar
EŞREFA! Vakt-i dua geldi yeter laf-ü güzaf
Çok uzattın badema eyle sükutu ihtiyar.
Ömr-ü ikbali füzun olsun o zatın haşre-dek,
Eylesin vareste ekdardan canab-ı girgidar.
Mazhar-ı izaz-ü ikram ola her subh-u mesa,
Destgiri ola her ca’da Resul-i çariyar.”

agy s. 26, 27

“(…)

Elimizde mevcut belgelere göre. (Kalender) ve (Edeb Yâhû) gazeteleri (Taymis) gazetesi ile mübadele edilmekteydi. Demek oluyor ki Eşref, gazetecilik mesleğinde de kendisini tescil ettirmiş olacak ki, o devirde Batılı bir gazete, Eşrefin şiir yazı ve görüşlerine kıymet veriyordu. (…)

(…)

ŞAİR EŞREF’İN
RUHUNA ARMAĞAN

Saltanat erkânına ana, avrat sövermiş
Hak edeni getirmiş, taşlamalarla dize…
Adı üstünde, devir istibdattı o zaman;
EŞREF dünden daha çok bu gün gerekli bize…

1979 Abidin UYAR”

agy s. 30, 31

“(…)

Sultan Hamid zamanında Mısır’ın büsbütün elden gittiğini de şu tuhaf kıt’a ile ifade etmişti:

Vakt-i fırsat gözetir şâh-ı cihan
Tutar elbette elinden kaçanı
Gene sahip olur inşallah
Mısırın kaldı elinde koçanı..

(…)

(…)
Gam değil amma bu mülkün böyle elden çıkması.
Git, gide zulmetmeğe elde ahâli kalmıyor.

(…) Avrupa’nın terakki yollarında hamleler yaptığını, refaha doğru gittiğini gördükçe müteessir olur ve harekete gelmeyen Türk’ün mütevekkilâne inkıyadından incinerek derin bir ah çekerdi. İşte bu ahin etrafa dağıttığı şu:

Nasıl zıt olmasın âlemde garbiyunla şarkiyyun,
Güneşten hepsinin güya ki nuru mâh olmuştur.
Ziraat, marifet, san’at, saadet şimdi onlarda,
Cehalet, meskenet, zillet, rezalet bizde kalmıştır.

Hazin ve mâtemî mısralar derhal memlekette tesirini yapardı. (…)”

agy s. 38, 39

“(…)

O, yalnız hiciv şairi olmakla da kalmıyor, bazan, en ince mısralar veriyordu. Mesela:

‘Kişi his ettiği nisbette yaşar.’

mısraı onundu. (…)”

agy s. 52

“(…)(Hasbihal) adlı kitabında, köprü parasından şöyle şikâyet ediyor:

Ahali köprüden on para vermezse geçirmezler,
Ne feyz ummaktayız böyle dilenci bir hükümetten?..”

agy s. 64

“ÂLİ PAŞA ve EŞREF

Sadrıâzam Âli Paşaya çok hesabî olduğu için Yahudi derlerdi. İşte Eşrefin Âli Paşa’yı hicvedlşi:

Hazır esvap satan kavmi Yahutdan birisi,
Bana bir kaşkariko oynadı külliyetle
S…im ecdadını amma nideyim?
Sadrıâzam gücenür gayreti milliyet ile. (*)

Âli Paşa’ya bu hicvi okudular ve Eşrefin asılmasını istediler. Âli Paşa:

«— Eşrefi asacak darağacının altına geçer kendisine destek olurum» dedi. «Devlet bahçesinin çiçekleridir şairler. Gülü seven dikenine katlanır, zinhar dokunmayın.»

(…)

(*) Bu kıt’a Kâmil Paşa için yazılmıştır.”

agy s. 74

“(…) Eşref:

Suyu, toprağı, ateşle havayı eyle hizmetkâr
Bütün dünyayı gez, mümkünse seyyah-ı semâvât ol!

Beytinde söylediği gibi, yeryüzüne sığamaz, göklere de saldırır. (…)

(…)

Kaçanlara da, vatanda kalanlara da —kuru kuruya söylenmekte, yazıp çizmekte bir fayda olmadığını söyleyerek— yapılması lâzım gelen şeyin dersini şöyle açıkça verir:

Şeref yok hem kaçıp, hem bayrak açmakta; bugün erlik
Hayatı düşmen-i hürriyete kıymetli satmaktır;
Yazıp çizmek abestir, geçti çoktan vakt-i neşriyat;
Hüner şimdi gidip İstanbul’a bir bomba atmaktır!

(…)

Eşref, taparcasına sevdiği Namık Kemal’in bile:

(Biz ol nesl-i kerim-i dûde-i Osmâniyânız kim)

Mısraındakı Osmanlılığın dar çerçevesini kırarak hürriyet adına:

Neden Osmanlıyız bilmem, ki biz Türk oğluyuz yâhû
Yalancı şahit olduk, gitti! beyhude şahadetten!

Mukabelesiyle üstündeki ariyet sıfatı silker atar.

(…)”

agy s. 110, 111

“(…)

Pek eskiden beri Eşrefin kıt’alarını toplamak merakında olduğum için bir ara birkaç satırlık elyazısını o kıt’aları kaydettiğim defterin başına yapıştırmak arzusuna düştüm. Bunun için çok arandım, tarandım; fakat bir türlü mümkün olamamıştı.

Birinci Cihan Harbinin ilk senelerinin bir gününde yine Süleyman Nazif’e Köprü’de Kadıköy vapur iskelesinde rastladım; şair Samih Rifat’ın kardeşi Ali Rifat kendisinin bir manzumesini bestelemiş ve bugün Kadıköy Musikî Cemiyeti kendisine o besteyi dinletecekmiş; beni de beraberine aldı, götürdü.

Davetliler arasında bir vakitler İzmir valiliğinde de bulunan eski Zaptiye Nâzırı Nâzım Paşa da varmış. Vaktiyle vali iken üç yüz altın lira maaş alan ve arasıra Sultan Hamid’in para ihsanlarına nail olan Nâzım Paşa’nın o günkü hayret verici hali hâlâ ve hiç gözümün önünden gitmez ve gitmeyecek de. O kıymetli hukuk âlimi, aynı zamanda şair ve kâtip, eski efendi kıyafetinin en efendicesiyle gezen Nâzım Paşa, eski püskü, perişan bir elbise içinde ve pek düşkün bir haldeydi.

Musikî ziyafeti başlamadan evvel o kara günlerin halinden yana yakıla görüşüldükten sonra, paşaya İzmir’den kendimi tanıtmak istedim. Hatırladı, çok memnun oldu; Eşrefin hemen bütün eserlerinin bende mevcut olduğunu, yalnız kendi elyazısını tedarik edebilsem, büyük bir memnuniyetle o defterin başına koymak istediğimi söyleyince, Zaptiye Nazırlığı zamanında Şark vilâyetlerinden kendi elyazısiyle mektuplar yazdığını, bunlardan bir tanesini bana vereceğini vâdetmiş, birkaç gün sonra da posta ile adresime göndermişti.

Yazık ki, o mektup ve defter, kopya edilmek üzere alan arkadaşlar ellerinde kayboldu, gitti.

O mektup, yalnız Eşrefin elyazısı olmak itibariyle değil, muhteviyat itibariyle de çok mühimdi; bir kere Eşref, Nâzım Paşa’nın istediği yeni şiirlerinden bazılarını bu mektuba sıkıştırmıştı ve bu hicivlerinden biri ve en mühimmî de bizzat Nâzım Paşa için yazılmış bir kıtaydı.

Vakıa Nâzım Paşa, o hicvin mısralarını siyah mürekkeple okunmayacak tarzda karalamış idiyse de bazı kelimelerin baş tarafında, bazılarının da son harfleri okunabiliyordu ve bundan anlaşılıyor ki, kıta:

Nâzır-ı zaptiye Nâzım Beyefendi dün gece
Hürmüzün kerhanesinde bîr güzel zevk eylemiş!

Beytiyle başlayan meşhur kıt’a idi.

Eşref, bunları yazdıktan sonra uzun uzadıya siyasî ahvâlden, Şark vilâyetlerindeki idaresizliklerden, irtikâptan, irtişadan da söz açarak ne ağız dolusu küfür etmiyordu ki? Ve sonunda mezuniyet aldığından İstanbul’a gelmek istediğini söyleyerek Trabzon ve İskenderun tarikiyle, yani yukarıdan veya aşağıdan sorarken, sonunda on parası olmadığı cihetle her iki taraf yolculuğunun kendisi için müsavî olduğunu anlatarak, açıkçası paşadan para istiyordu.

Nâzım Paşa’yı bir daha görmek imkânını bulamadığım için bunları tespit etmek kabil olamadı: Yalnız bir dostum bir gün onun da bir Üsküdar bakkalından beş kuruşluk çay şekeri alıyorken, gördüğünü söylemişti.

Bir Anadolu ailesinden tertemiz bir Türk çocuğu olarak doğan Eşrefin zaten karanlıkta kalan, zamanının da kararttığı hayatı gibi, nasıl ve ne şartlarla yazı yazdığı bugün meçhulümüzdür. Kendisi (benim mecmua-i eş’arım Kırkağaç’taki çuvaldır) derdi.

Nadiren cebinden çıkardığı kâğıtlar arasında, sigara, kâğıtları kabına —kırık bir kurşun kalemiyle; yazılmış olduğu için— okunmak kabil olmayan yazılar gördüğümü hatırlıyorum.”

agy s. 114-116

“(…) Derhal,

«— Dinle…» dedi:

«Şimdi pek çok tekkeler tembel yatağıdır bütün,
Medrese sakinleri asker kaçağıdır bütün.
(…)
Seyredip kelle, kulak var sanma millette kafa,
Gördüğün cümle kafalar tuz-kabağıdır bütün.
Milletin evlâdı indinde öküzse pirler,
Anlara hayrül-halefler de buzağıdır bütün.
Garba nisbet biz henüz insan değil müsveddeyiz,
Âh kim mektebliler bizden aşağıdır bütün.
Biz Hudâ-yı nâbitiz, bizde muallim hakkı yok,
Bizdeki üstadlar bizden bayağıdır bütün.
Birbirin güya yuvarlanmış da bulmuş Eşrefâ
Ehl-i mansıp tencere, millet kapağıdır, bütün.»”

agy s. 196

“(…)

Şâir Eşref bazen anlatırdı:

«— Mağfur Hakan Sultan Abdülhamid yaradılışı itibariyle, zâlim değildi. Merhametli bir padişah idi. Fazilet ehlini severdi. Teb’a ve reayasına şefkati vardı. İşi, erbabına tevdi etmek, mayası bozuk adamları iktidar mevkiine getirmemek isterdi. Fakat etrafına toplananlar kurnaz davrandılar. Padişahın değerli adamlara gösterdiği teveccühü kıskandılar. Yavaş yavaş vehme, istibdâdda düşürdüler. Hülâsa milletle padişahın arasına girdiler… Kendilerinden başka padişaha sâdık, muti, fedakâr bende olmadığını zaman zaman anlattılar. Hükümdarın itimadını kazanmış olan en namuslu adamlar hakkında muhtelif tarzda verdirdikleri jurnallarla onları gözden düşürdüler ve bu suretle saltanatın nüfuzunu gasbettiler. Artık istediklerini yapmak için padişahın nâmı bir âlet oldu ve bundan sonra türlü türlü suiistimaller başladı. Kanun devri kapandı. Hükümet nüfuzu padişahın yakınlarında toplandı. Artık kurena için, kurenaya mensup olanlar için mes’uli-yet yoktu.

İrtikâb ve irtişalar, gasp ve yağmalar, sirkat ve zinalar hep onlara inhisar etti. Devlet daireleri onlara birer çiftlik olmuştu. Memuriyet rüşvetle verilir. Devletin emvali aidat ile satılır, hazinenin hukuku kendi hesaplarına iskonto edilirdi. Bütün zenginler birer para cezası vermeye mahkûmdu.

Derdin en müşkülü hükümetin şerefi, milletin hukuku, ehl-i ırzın namusu pâyimâl edilirken bu rezaletler nefs-i nefis-i hümâyuna sadâkat uğrunda yapılıyor gibi gösteriliyor ve halkın gözü bu suretle yıldırılırdı.

Şikâyet kapısı kapalıydı. Maznunlar mahkemelerde değil, Beşiktaş karakolunda mahkûm edilir; hükümler sorulmadan, tahkik edilmeden verilirdi.

Kazara bunlardan birinin mevkii sarsılmağa başladığı hissedilince derhal bir masum hakkında bir jurnal tertip ve bu vesile ile padişaha teyid-i sadâkat olunurdu. Bu maksat uğrunda ev yıkmaktan, can yakmaktan hiç bir kanunî ve vicdanî mes’uliyet düşünülmezdi.

İstanbul’un en rezil ve en cinayet işleyen mahkûmları jurnalcılardı. Bununla beraber zekâ, şeytanet, mel’anet de bunlarda toplanmıştı. Kurdukları tuzağa, istediklerini düşürmek için maddî ve manevî hiç bir kayda tâbi değillerdi. Ahlâk ve vicdan ile, maneviyat ile alâkalı mevzular onlar nazarında mânâsız kelimelerdi. Onlar mutlak bir mâbud tanırlardı: Menfaat!.. Bir dost bilirlerdi: Menfaat!.. Ve bu menfaatları ele geçirmek için bir kuvvet elde etmişlerdi: Padişaha sadâkat…

Acaba bunlar hakikaten padişahın sâdık bendeleri miydi?.. Asla. Padişah masum, her cinayeti, her alçaklığı yapan bu sefiller hariçte kendilerini masum göstermek için gizli gizli propagandalar yaparlar, umumî efkâra her fenalığın padişahtan geldiğini ihsas etmekten çekinmezlerdi. Memlekette ne kadar haksızlık, adaletsizlik, emniyetsizlik oluyorsa, güya arzu-yi şahaneye muvafık imiş. Kendileri yapılan fenalığın, mezalimin önünü almağa çalıştıkları halde muvaffak olamıyorlar. Millete, memlekete acıyorlar, vicdan azabı çekiyorlarmış!.. İşte bu hâinlerin sadâkati!..»

(…)”

agy s. 201, 202

“(…)

Hattâ Irak’ın medâr-ı İftiharı olan Kerküklü Şeyh Rıza’yi Tâlibânî bile Eşrefin rubailerini gördükten sonra hiciv yazmaya tövbe ettiğini merhumun lisanından işitmiştim. Vakıa hiciv edebiyatta makbul bir meslek değildir. Lâkin nezih bir lisan ile yazılırsa tab’a ne kadar hoş gelir. Meselâ, mahkemelerde adaleti temin için memuriyete tâyin olundukları vakit istikametten, adaletten, kanuna İtaatten ayrılmayacaklarına dair hâkimlere yemin ettirilmesi hakkında bir irâde-i seniye sâdır olmuştu. Buna karşı, Eş¬ref diyor ki:

Pâdişâhım her irâden ayni hikmettir senin,
Bir keramettir hele tahlif-i hükkâm-ı kiram..
Şu usulü cümle memurine tamim eyle kim,
Çatlasınlar hepsi kurtulsun bu millet vesselam!..
Hepsi geçti ve her şey geçiyor.
Yalnız: Baki kalan bu kubbede bir hoş sedâ imiş!..

(Ferda Gazetesi, 5 Eylül 1337 (1921) Ali İlmi FÂNİ”

(…)

İZMİR’İN MEŞHUR EDEBİYATÇILARI

REMZİ ZEYTİNOĞLU (Dede) ANLATIYOR (*)

— İzmir mevlevîlerınin ehemmiyetli simâaları Kimlerdir?

— Şeyh Nuri Efendi ve babası Hasan Âkif Dede güzel şiir söylerlerdi. Olgun, âlim ve feylesof insanlardı. Bizim Neyzen Tevfik, ilk ışığı İzmir mevlevî Şeyhi Nuri Efendi’den aldı. Şair Ermenak’lı Hasan Rüştü de feyzini bu dergâha borçludur.

(…)

(*) Remzi Zeytinoğlu, Bektaşi tarikatı şairelerinden Emine Beyza hanımın (Emine Bacı) kardeşidir.”

agy s. 204, 205

“(…)

Bir gün Tevfik Nevzad, Hafız İsmail, Eşref, ben Askerî Kıraathanede oturuyorduk. Tevfik Nevzad Edebiyat-ı Cedide’den bahsederek. Eşrefe:

Sen. bunlardan anlayamazsın!» diye söylendi. O sırada Nevzad Bey yemeğe gitmişti. Eşref, Hafız İsmail’e:

Şu birkaç mısraı yaz, bunu yeni gelen (Servet-i Fünun)da gördüm, diyerek bize oku: bakalım Nevzad ne diyecek? Eşref bu birkaç mısraı söyledi:

«Dun akşam hâba dalmıştım çemende
Yeşil rüya görüp birden uyandım.
Sarı bir kuş nihâli yâsemende.
Tahayyürle anı ben seyre daldım.»

Hâfız İsmail bunu yazdı ve oradan ayrıldı. Biraz sonra Nevzad Bey yemekten döndü. Hep birlikte otururken, Hafız ismail kapıdan göründü.

— Şimdi kütüphaneye gelen (Servet-i Fünun)da şu kıt’ayı okudum dedi ve cebinden bir kağıt çıkararak Eşref’in yukarıda (…) okumağa başladı. Eşref:

Bunda ne mana var, yeşil rüya ne demek? diye sorunca Nevzat

Sen ne anlarsın, rüyanın yeşil oluşu çemende yattığı içindi. Senin kalın kafana bu incelikler girmez! cevabını verdi. Eşref Nevzad bey’in cevabına dayanamadı:

Ulan hay Allah müstahakını versin, onu şimdi ben vermiştim. dedi.

(…)”

agy s. 208

“ŞAİR EŞREF’TEN ANILAR

İkinci Meşrutiyetin ilânından sonra başta Eşref olduğu halde akşamları Yunus Nadi, Neyzen Tevfik, Hüseyin Rifat, Ömer Fevzi ile Sirkeci Garında toplanır, gece yarılarına kadar müşaare ederdik. (…) Bir gün:

— Size dört mısra’la kendimi tanıtayım. Dedi ve okudu:

Eylemem ölsem de kîzbi ihtiyar
Doğruyu söyler, gezer bir şâirim.
Bir güzel mazmun bulunca Eşrefa!
Kendimi hicv eylemezsem kâfirim.

(…)

Eşref pinti denecek kadar hesabî idi. Gazinoda, lokantada, meyhanede asla keseye davranmazdı. Hesap görmek zamanı gelince:

— Bozuk param yok. Siz verin!..

Derdi. Bir gün Neyzen:

— Allah aşkına, dedi, şu bir türlü bozulmayan parayı göster de metanetine hayran olalım.

Eşref, yeleğinin cebinden beş kuruşluk bir çeyrek çıkardı:

— İşte, dedi, on para baş almayınca bozmadıkları para bu… Ben de o on parayı veremiyorum.

Mutlakiyet devrinde Avrupa’ya gitmiş, orada Doktor Abdullah Cevdet’le yaptığı bir işde zarar etmiş, bunu kendine karşı bir kasit telâkki ederek sonuna kadar Abdullah Cevdet’e karşı affedilmez bir kin beslemişti, hattâ kuvvetli çiçekbozuğu olan doktora yazdığı bir hicivde:

O suretten hayayı dest-i-Hak tırnakla yolmuşdur

Demiştir.

Viyana’da bulunduğu zaman Doktor Abdullah Cevdet’i başında koloniyal bir şapka ile görmüş ve hemen şu hicvi söylemiş:

Ne kostüm giymiş olsa her birinde bir garabet var.
Vücüdî korkulukdur, reng-i ciddiyet yok üstünde
Görünce Mösyö Doktor Cevdet’in başında bir şapka,
Yaban mantarına benzer yetişmiş bir b… üstünde

(…)”

agy s. 211, 212

“(…) Mamafih bu vilâyette de Gördes, Kula gibi diğer yerlere nisbetle merkezden uzak ve nisbeten geri kazalarda memuriyet vermiş ve şimendifer hattı güzergâhına olan şiddet arzusuna rağmen (*), son zamanlarda Kırkağaç’ta bulunabildi.

(…)

(…)Kendisini daha izbe yerlere göndermek istedikleri halde, o böyle zamanlarda, İzmir’de bir memuriyetle kalmayı düşünüyor:

«Ey veli nimetim istersen eyle imtihan,
Bin kadar memur içinde sâde ahmak ben miyim?..
Talihimden nefs-i İzmir’de açık hizmet mi yok
Yoksa her bir hizmetin nâ ehli ancak ben miyim?»

kıt’asıyle Kâmil Paşadan İzmir’de bir memuriyet istiyordu. (…)

(*) Akhisar’ı, Soma’yı isterim eltâfından
Hat boyu olmaz İse ben humâkadan ölürüm..
Buralarda ne İçin fâsık-ı mahrum olayım,
Belki Salihli’ye gitsem sulehâdan olurum!.”

agy s. 214, 215

“(…) Elden ele, dilden dile kulaktan kulağa, hafızadan hafızaya geçen hiciv şuydu:

Zulm-i sultâna sükût etmemek isyan gibidir,
Cop yeyip «Of!..» dememek nimete şükran gibidir…
Etmeli hapse girip nefye giderken de duâ;
Çünkü sultâna duâ, bâis-i gufran gibidir…
Hep duâ eyleyelim, Rabbim akıllar versin!..
Yılda yüz-bin kişi bir vehmine kurban gibidir.

(…)

Hâriciye Nazırının bugünlerde gazetelerde, bazı kimselerin hariçte devlet itibarını zedeleyen faaliyetlerde bulunduğu ve bunların cezalandırılacağı yolundaki beyanatına büsbütün alınan Eşref, Tevfik Paşa’yı şöyle hicvetti:

«Konsoloshaneler açtı bize her bir yakada,
Etti ihzâr-ı şeref devlet için Korsika’da,
Elçi göndermeye kalkar, şaşırır da Tokad’a,
Öyle bilgiç ki Tesalya’yı sanır Afrika’da,
Zanneder kim Atina merkez-i Efgan gibidir!..» (*)


UNUTULMAZ HİCİVLERİ

Namık Kemal ve Abdülhak Hamid’in LAZIMSA redifli şiirlerine Eşref de, nefîs bir hicivle katılmıştı.

Dolaş bâb-ı hükümette, bulursun yâd lazımsa,
Mezâristâna git bir işde ancak dâd lazımsa.
Terakki maksadınsa şimdi bir câsüs-i kâbus ol,
Hafiyye nâmın olsun bir şerefli ad lazımsa…
Büyükler evlerinden başka bin kârhane yaptırdı,
Utanma, sen de bir meyhane yap irâd lazımsa
Dilersen hoş geçirmek vaktini, gayet edebsiz ol,
Bırak mazlumu, koş zâlim için imdâd lazımsa…

(…)

(*) Sultan Hamid, Sadrazam Abdurrahman Nureddin Paşaya mâbeynden bir hususî irâde gönderip şair Eşrefin ağır bir şekilde cezalandırılmasını istemişti. Nureddin Paşa, Eşrefin hicvine sebep olan hâdise ile beraber, saray ileri gelenlerinin yakınları içinden, tek kelime yabancı dil bilmedikleri halde hatır için dünyanın dört tarafına gönderilmiş olanların bir listesini alarak pâdişâha sundu:
«— Bunlar arasında, şâirin hicvettiklerine rahmet okutacak cahiller var! Evvelâ bunların tasfiyesini ferman buyurunuz» dedi.”

agy s. 221-223

“Neyzen Tevfik Anlatıyor

KEDİ İLE FARE HİKÂYESİ

Neyzen Tevfik (Kaygısız Sultan) tekkesinden Kahire’ye döndükten sonra, memlekette hürriyet ilân edilmiş, Mısır görülmemiş bir cûşu huruş içinde bayram yapmağa başlamıştı. Neyzen, vatana dönmek için hocası Şair Eşrefi arar ve bir meyhane köşesinde Eşrefi görünce:

— Hadi, ne oturuyorsun, gitmiyor muyuz?., sualine, sadece: «Hayır.» demekle iktifa eder ve Neyzen’e hitaben:

— Sen, kedi ile fare hikâyesini bilir misin? diye bir sual sorar. Fena halde şaşıran Neyzen Tevfik konuşmayı şöyle naklediyor:

— Eşrefin bu suali karşısında âdeta sinirlenmiştim. Fakat kendisine olan derin sevgi ve saygım ters bir cevap vermeme mâni idi. Birkaç (kedi fare hikâyesi) bilirdim. Lâkin bunu ondan dinlemek ve bu arada maksadını öğrenmek için:

— Hayır, bilmiyorum, dedim. Koca Eşref yüzünde belli belirsiz bir tebessüm, başını kaldırarak ağır ağır anlatmaya başladı:

— Kedinin biri, odanın ortasında kurulmuş, bermûtad uyuklar gibi görünerek, duyduğu tıkırtıya kulak kabartmış. Kenardaki deliklerden birinde küçük bir fındık sıçanı da başını uzatıp çekerek, etrafa bakınırmış. Kedi bakmış ki, uyuklar gibi görünmek farenin oradan çıkmasına- kâfi gelmeyecek, konuşmaya mecbur olmuş.

— Hadi. hadi, demiş. Oradan oraya korka korka başını çıkarıp: «Durma, acıdım sana O delikten çık, şu deliğe gir, içerde kelle kelle kaşarlar, bir ambar da buğday var Afiyetle yer sağlığıma dua edersin.» Bir müddet yine uyuklar gibi bekledikten sonra bakmış ki berikinde yine hareket yok

— Ne duruyorsun, dediğimi yapsana!

Fare üzüle büzüle cevap vermiş:

— Kusura bakma ama, yapamayacağım

— Neden? demiş kedi

Fare şu mukabelede bulunmuş.

— Bana o delikten çık, şu deliğe gir kaşar peyniri, buğday var, afiyetle ye diyorsun. Bakıyorum teklifine külfet küçük, nimet büyük. Bu işte mutlaka bir bokluk var…

Şair Eşref, bu hikayesiyle Sultan Hamid’in böyle kolay kolay meşrutiyet idaresi kabul edeceğine inanmadığını, altından mutlaka bir çapanoğlu çıkacağın! anlatmak istemişti. Üstadın tecrübesi muhakkak ki benden fazla ve bu tarzda düşünüşü ihtimal ki, haklı idi. Fakat ben o kadar aşkın ve taşkın bir sevinç içindeyim, vatanı o kadar özlemişim ki, fare kadar bile düşünemezdim.

Hocama:

— Peki, sen sonra gel. Ben ilk vasıta ile gidiyorum, dedim ve elini öperek yanından ayrıldım.”

agy s. 237, 238

“EŞREF PAŞA

Bütün Türkiye’nin tanıdığı meşhur bir semti kurarak ün salan Eşrefpaşa’nın adı kendi açtığı semte bağlanan caddeye verilmiştir.

Şam Polis Müdürlüğü ve Bağdat Divaniye Mutasarrıflıklarında bulunduktan sonra İzmir’e yerleşen Eşref Paşa, 1899 yılında İzmir’in 4. Belediye Başkanı olarak göreve başlamıştır. 1907 yılına kadar bu görevde kalan Eşref Paşa zamanında, meşhur saat kulesi, Karşıyaka Alsancak Darağacı tramvay yolu yapılmış, bugünün meşhur semti Eşrefpaşa’nın temeli atılmıştır.

Eşref Paşa, o yıllarda Türkiye’de bir salgın halinde dolaşan ve binlerce kişinin ölümüne yol açan frengi ve belsoğukluğu hastalıklarına karşı da geniş tedbirler alarak büyük bir felâketi önlemiştir Tepecik’deki İtalyan Dispanserini satın alıp, adını verdiği Eşrefpaşa Hastanesi’ni kuran Eşref Paşa, açık bir liman olan ve 77 milletten in¬sanın girip çıktığı İzmir’e bu hastalıklara sokmıyarak, büyük bir felâketi önlemiştir.

Eşref Paşa, 1907 yılında tedavi için gittiği İstanbul’da şeker ve şirpençeden ölmüştür. Ergin ERSİN”

agy s. 244

“— I —

DECCÂL

(Birinci Kitap)

Budur adi-i ilâhi payidar olmaz, düşer zâlim,
Gelir elbette galip bir takım cellâda ‘Deccâl’im.

Müellifi
Eşref

Almayan çakmaz, alan hâl aşmayandır bunu,
Bir alan, bir almayan âdem peşimandır bunu.

30 Teşrinisani 1320 (1904)
Mısır’da tab olunmuştur.

(…)

İFÂDE-İ MERAM

Niyeti hâlis olunca kişinin
Hayr olur akıbeti her işinin.

(…)

Bir sürü sanki koyundur millet,
Sürünün kurdu Hamîd-i Sânî;
Nice can-yaktı, ocak-söndürdü,
Duzaha gitmedi hâlâ canı!

Sultan Hamid’in tahta çıktığı 19 Ağustos’ta gazetelerde şenlik gürültüleri yazılıyordu. (…)

(…)

Ve yine o sırada içimden şu kıt’ayı toparlıyordum:

Tahta çıktı böyle bir günde Hamîd-i bed-hisâl
Her tarafta kan’a Şarkın kandığı gündür bugün
Çaresiz ateş yakup kendi yağıyla kavrulur,
Milletin nârı-sitemle yandığı gündür bugün.

Hapishane İlhamlarından

Mekteb-i gamda Hüseyn’i Kerbelâ’dan feyz alıp
Bin felâket dersini birden bitirmişlerdeniz
Etmeyiz öyle olur olmaz belâdan içtinap
Biz makâm-ı (Yusuf)u görmüş geçirmişlerdeniz.

(…)

(…)
Vatanda ehl-i namusun ikâmetgâhı mahbesdir.

(…)
İsterim kim öyle bir hürriyet almış memleket.
Olmayınca âdemin bir cürmü mahpus olmasın!

Hamîd’in tâç ü tahtı târümâr olsun, diye millet.
Nasıl el kaldırıp etmez dua dergâh-ı Mevlâye?
(…)”

agy s. 264-266

“(…)
Yâ ilâhı kahr-ü tedmir et hükümdârânını,
Zevk alan hangi hükümet varsa istibdaddan.

(…)”

agy s. 267

“(…)
Merâtip ehlini Abdülhamîd’in etseler tasnif,
Öküz (Bâlâ), katır (Ülâ), eşektir (Mirimîrân)ı.
(…)
Ehâlî memleketlerce becayiş oldu menfiyyen,
Görenler Arnavutluk zannederler şimdi Lazistânı.
(…)
Esasen maksadım İran’ı istizân-ı hicrettir,
Gönül seyretmek ister İsfahan’ı bir de Tahrân’ı.
Kabul eyler mi bilmem ki, cenâb-ı şâh-ı vâlâ câh,
Vatan hasdret-keşi bir ben gibi bîvâye mihmânı.
Mey-i hürriyyete gösterdiğin meyl-i muhabbetle,
Bırakdın hep geri, dünyâdaki âlî-cenâbânı.
Umûmen ehl-i İslâmın ümidi sende kalmıştır,
Bu asrın varsa sensin Hazret-i Sultan Süleyman’ı.
Benim (Hafız) ile (Sâdi)ye borcum var birer (Yasin)
Ödettir borcu, boynumda bırakma ey keremkânı.
(…)
Ya alsun da elinden milki versin ehl-i insafa,
Ya ıslâh eylesün Hak bâdemâ Abdülhamid-i Hânı.
Görürse böyle derdi şimdi şâir Hazret-i (Nef’î),
Binâullâhı hedmetmek reva mı böyle bir cânî.
(…)
Yapışmış muttasıl çarhı çevirmekte Kızıl Sultan,
Sanır bir (giyotin) şimdi görenler taht-ı sultânı.
(…)”

agy s. 278, 279

“(…)

Cehâet âdemi mahrum eder her bir saadetten,
Cehalettir cihanda var ise esna’ esaretten,
Uzağa gitme, Eşref, bu yakınlarda cehaletten
Koca bir milletin ikbâli bak idbâra dönmüştür.

GİBİDİR

Zulm-i sultâna sükût etmemek isyan gibidir,
Cop yiyip «Of!» dememek nimete şükran gibidir.
Etmeli hapse girip nefye giderken de duâ,
Çünkü sultâna duâ bâis-i gufran gibidir.
Hep duâ eyleyelim: «Rabbim akıllar versin!»
Yılda yüz bin kişi bir vehmine kurban gibidir.
Etsek insaf ile âyîne-i târihe nazar
Geçmişin hangi meşâhîri Hamid Han gibidir?
Dâima zabt-ı memâlikti Timurleng’in işi,
Bu verir istiyene sâhib-i ihsan gibidir.
Devr-i Haccâc’ı da, Cengiz’i de az çok tanırız,
Bunların hangisi, âyâ! şeh-i devran gibidir?
Pek zekîdir, bu güzel işleri hep kendi yapar,
Diplomatlar da bunun aklına hayran gibidir.

(…)”

agy s. 285

“Burada İstanbul mezâlimini düşündükçe şu kıt’aları söylemiştim:

KIT’A

Acıya hâl-i sahavette alıştırmak için,
Müslümanın …ini önce şeriat kesiyor.
Âlet-i zulm ederek din-ü mübini hâşa
Dilini doğruların sonra hükümet kesiyor.

KIT’A

Âlet-i zulm etmede din-ü mübini her biri,
Kurtulup öyle hükümetlerde millet kalmasın.
İsterim Allahtan Eşref, hulûs-u kalb ile,
Müslüman namıyle dünyada hükümet kalmasın

(…)”

agy s. 292

“(…)

BEYİT
İşim çok rütbe istihsâline vakt-ü zamanım yok,
Benim anka gibi âlemde nâmım var, nişanım yok!..”

agy s. 295

“(…)

KIT’A

Seni tekfir eder mutlak desen dünya yuvarlaktır,
Döner dünya o dönmez çünkü sabittir inadında.
Sorulsa havace-i dânâ Selanik nerdedir bilmez,
Bilir ama ki kaç tüy varsa Cibril’in kanadında.

KIT’A

Malûm ya bu son kıta ekseriyetle bâb-ı meşihat mahsûllerine aittir. Çünkü imaret kubbesi gibi külah altında bulunan bu herifler kendilerinde kaç delik olduğunu saymadan bilemedikleri halde Cebrail’in kanadında rivayete göre yetmiş bin tüy olduğunu bilirler. Nerede ….ım, nerede Selanik biraz münasebet aldığı için aşağıdaki kıt’aları da bu mahalle kaydettim:

KIT’A

Nev’i insan sevdiği bir şeyi pek çok zikreder,
Ol sebepten kim fem-i rindândan dem düşmüyor.
Pek muhabbet eylemiş Mevlâ mübarek eylesin,
Vaizin kürsüde ağzından cehennem düşmüyor.

(…)”

agy s. 297

“KIT’A

Yazılsın kanla tarih-i hususîsi Hamid hânın
Zamanında memâlik Kerbelâ meydanı olmuştur.
Cenâb-ı Hak aceb sormaz mı mahşerde bu milletten
Niçin bir pâdişâhın keyfinin kurbânı olmuştur.
Giden gelmez, tarik-i ahretten farkı yoktur hiç
Yemen evlâd-ı İslâmın mezâristânı olmuştur.

(…)

(…)
Bugün kırk yaşına girdim de hâlâ bir sevabım yok.
Günahkârım, kefenden gayrı vallahi hicabım yok,
Sükûtdan başka, ölsem münkirine bir cevâbım yok.

(…)”

agy s. 320

“(…)

KIT’A

Bosna, Girit’le Kıbrıs, Mısır u Tunus giderken
İblis ederdi böyle Abdülhamîd’e telkin:
«Dünyâ-yı bî-bekayı terk eylemezden evvel
Bir memleket bırakma yâ hâtem-üs-selâtîn!..»

(…)”

agy s.324

“70 YIL ÖNCEKİ İRAN

Yirminci Yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğundaki özgürlük akımları, İran’ı etkileyip rahatsız ederdi. 1907’de Tahran’da tahta geçen Şah Muhammed Ali, Kur’ana el basarak Anayasayı koruyacağına ve Anayasaya uyacağına —tıpkı bizim İkinci Abdülhamid gibi— söz vermişti. Ama bir Şah için yemin ne anlam taşır ki! Altı ay sonra Şah Muhammet Meclisi topa tuttu Çoğu milletvekilini öldürdü; kaçanlar İngiliz Elçiliğine sığındılar. O zaman Türkiyede şair Eşref şu dörtlükleri yazmıştı:

Cennete yollamak ehli hakkı
Şah-ı İran’a göre bir şandır,
Hadim-i adl olanın İran’da
Türbesi meclis-i mebusandır.

Put kesikli susuyor âlem-i İnsaniyet,
Kanlı bir levhaya bir perde çekildi, eyvah!.
Karşıdan seyrediyor Avrupa lâkaydâne,
Sanki eğlenceli bir top oyunu oynadı Şah.

Kabe-i hürriyeti, sür’atle tecdid eyleyip
Şad edin ervâhı- mebûsanı Allah aşkına:
Her taraftan Şah kundak koydu, yangın var, koşun!
Müslümanlar! Kurtarın İran’ı Allah aşkına!

(…)”

agy s. 329

“(…)

Hasan, Ahmet, Zeki Bey hangi derde mübtelâ oldu? (*)
Sokaklarda müretteb hangi kaatiller belâ buldu?
Nasıl ellerde İstanbul muhit-i Kerbelâ oldu?

(…)

(*) Hasan Fehmi Bey gayet hüsn-ü ahlâka mâlik bir zât olduğunu Mısır’dan ben tanırım. Buna tabanca sıkan katile ve ecdadına kıyamete kadar lanet olsun. İkincisi Ahmet Samim bey ki hiç tanımam. Vefatı kirli, müstekreh ellerle vukua geldiğinde hiç şüphe yoktur ki Hüseyin Cahit bey oğlumuz da yazdığı gazetede sakınarak biraz söylemek istiyordu. Zeki bey kimdir? Hiç bilmem, fakat vicdanlarda pek acı şüphe bırakmıştır. (Her üçü de o zamanın muhalif gazetecileridir).”

agy s. 340

“(…)

KIT’ALAR

İngiliz, Alman, Fransız dillerinden bir dili
öyle öğren kim duyanlar ecnebi zanneylesin;
Şarka garbın fikrini nakl et, seni seyr eyleyen
Âdeta (Kant)ın çırağ-ı mektebi zanneylesin.

(…)

Örnek ol oğlum (Franklin)den temizle ruhunu,
İntizah ettikçe çünkü ruh pür ezvak olur.
(…)

(…)

Kişiye zengin olan komşu mazarrat vermez,
Dinleme, aksi bunun maskara bir kaidedir;
Olmamış olsa güneş kimden alır nuru kamer.
Komşunun serveti bir komşu için fâidedir.

(…)”

agy s. 348, 349

“(…)

Hicret etme ey gönül humhâneden gamhâneye,
Varsa nakdin var – yörü kerhaneden kerhaneye.
Gam değildir rind için tesir-i meyden ölse de
Neşvesi mîrâs kalır mestâneden mestâneye.

(…)

Nice demdir bana meyhanede, dem hemdem olmuştur.
Vücûdum alkolik, işretle ruhum sersem olmuştur.
(…)”

agy s. 366

“Bir neferin ağzından :

YEMEN HAMİDİYE DESTANI

Harâb olduk meşakkatten, minenden,
Usandık Pâdişâhım bok Yemen’den,
Kaçarsak, hakkımız yok mu Aden’den?..
Usandık Pâdişâhım bok Yemen’den…

Ölür, her kim gelirse, avdet etmez,
Gelenler binde bir, on yılda gitmez,
Feragat kıl, bu dâva böyle bitmez,
Usandık Pâdişâhım bok Yemen’den…

Otuz beş günde geldik memleketten,
Zaif olduk katıksız peksimetten,
Gelir dâvetçi her gün âhiretten,
Usandık Pâdişâhım bok Yemen’den…

Çarıklar parçalandı, başta fes yok,
Kırıldık aç susuz, artık nefes yok,
Nasıl biz oynarız kumda, heves yok,
Usandık Pâdişâhım bok Yemen’den…

Karardı gözleri, asker bunaldı,
Araplar San’a’yı kan döktü aldı,
Kumandanın ne sabrı, ne hayrı kaldı,
Usandık Pâdişâhım bok Yemen’den…

Hamidettinde hiç efrada kin yok,
Hamîd ismin velâkin sende din yok,
İmama karşı gelmek bâdezin yok,
Usandık Pâdişâhım bok Yemen’den…

Verilmez askere aylık tırılsın,
Özün varsın hilâfetten ayılsın.
Niçin İslâm ile İslâm kırılsın,
Usandık Pâdişâhım bok Yemen’den…”

agy s. 369, 370

“(…)

Budur tarihçesi Abdülhamid’in,
Otuz üç yıl belâ çektik, fakat güç…
Ne lâzım asrına bir başka tarif;
(Belâ) ebced hesabiyle otuz üç…

(…)”

agy s. 387

“(…)

Kula Kaymakamı iken söylediği tarih

Böyle bir derde Deli Yâni değil, Yunan’da
Sulhtan başka Felâtun olsa da bulmaz deva!..
EŞREF’Â! Geldi yedi devlet dedi târihini:
Sulh dedi Abdülhamid’e, etti Yunan iltica!..

Hizmet: 13 Mayıs 1313

(…)

Sultan Reşad için:

Bu harp anında rahatsızlığın şevketli hünkârım;
Oldu mesmuumuz âeşmânımızdan kanlı yaş çıktı.
Hüdâ eksiklik göstermesin cephane kahtında.
Mesanenden bak endaht için âdâya taş çıktı!..

(…)

Ben züğürt ölsem dahi kalmaz cenazem ortada,
Kokmasın der de bu millet bir mezara kaldırır,
Ömrünü tezyide sây’et benzemesin hiç bana,
Sen ölürsen ey ….im zannetme kimse kaldırır.

(…)

İntizar eyler hitâm-ı mâna erbâb-ı maaş,
Gün sayar gaflet ile biçare mahkûmin gibi.
Bu tehalükle eder hayfâ ki imrâr-ı hayat,
Görmedim bedbaht insanlarda memurin gibi.

(…)

İhtiyarlıktan ağarmış demeyin saçlarıma,
O beyaz renkli tacı tecrübelerle ördüm.
Bir babam vardı emin olduğum insan, onu da
Anamı almış ta …..ken gördüm.
(…)

(…)

Vergi miktarını ol mertebe arttırmalı kim,
Sâhib-i servet olanlar da züğürt kalmalıdır.
Yalnız fahişeler vergisi haksızlık olur,
Evlilerden de tikçe rüsum almalıdır.

(…)”

agy s. 393-397

“(…)

Yaşayan âdeme kahr altında,
Başka veçhile rahat mı olur?.
Güvenirsen kesene dört karı al,
Müslümanlık gibi nimet mi olur?..

(…)”

agy s. 402

“(…)

Devr ü teslim etmek üzre düşmana bakisini.
Mülke bir hayrül-halef bulmaklığa cehdetmeli;
Nâmını rahmetle yâd ettirmek isterse Hamîd,
Süt karındaşı Fehîm’i bir velîahd etmeli!

(…)

Farkı yoktur ayıdan zerre kadar,
Sayd için kendini dağda yaranın.
Böyle arzu-eder insaniyet.
Kuş kadar ömrü ola, kuş vuranın.

(…)”

agy s. 404, 405

“(…)

Eyledi terfi-i rütbe dâiyandan bir emin,
Böyle tevcih ile etsin hep Lâzistan iftihar.
Eşrefâ, buhtunnasrdan söyledim tarihini:
Kaz gibi bir Lâzı kazasker etti rûzigâr.

(…)”

agy s. 407, 408

“(…)
Az zaman içre olurdu meşcere rûyi zemin.
Çıksa ormandan, dayakla şimdiki müstahdemin..
Kurt, ayı bunlar kadar ormanı tahrip eylemez.
Hepsi hırsız lânetullahi aleyhim ecmain..

(…)

Bu kadar serveti dünyada koyup
Kara toprağa nihayet girdi
Matyos’un hırsını seyretmeli kim
İki kurşun yedi bir can verdi.
Balyozoğlu terkederken âlemi.
Ey hükümet katili tut, asi dedi.
Öldürüp Bedros dedi tarihini:
Gitti Matyos, âh mek Asvas! dedi.
(Mek Asvas : Ermenice, Allah bir demektir).

(…)”

agy s. 409, 410

“(…)

Recâizâde Ekrem için

Ekrem’in elifini hakket te eliften sonra,
Gelecek harfi koy yerine tashih et.
Bir çevir başını kıçından başla;
Şekl-i makûsunu merkep diye tasrih et..

(…)”

agy s. 412

“(…)

Bugün Kadıköyü’nde bekçilik etmekte Hırvatlar,
Bu hâli seyreden ehl-i hamiyyet ağlayıp sızlar.
Karadağ olsa da âdem dayanmaz böyle ahvâle,
Polislerle becayiş oldu güya eski hırsızlar..

(…)

70 YILLIK DEMOKRAT

Eşref, kökten halkçı olup hakkın içinden yetişmişti. O halk arasında âdeta bizim «Manzum Nasreddin Hoca»mız sayılır :

Ehâli akl u hikmetçe müsavi;
Denilmez kim, şu Sokrat u Bukrat!
Aristokrat eğer zengin demekse,
Bizim millet tamâmiyle demokrat..

(…)”

agy s. 414, 415

“(…)

Hâmid-i Sâni’yim ki, kadrimi bilsin zaman sonra,
Hıyar-ı devleti ağyara uğdurdukça uğdurdum.
Büyüklük eyleyip ezcümle bir Midhat gibi şahsı,
Mücerred bir şehid etmek için Tâif’te boğdurdum!

(…)

Bu günlerde sakın Eşref istanbul’a ayak basma,
Deme erbâb-ı hacâta giderse bîr kaza gelmez.
Ahâliden gidenler kurtulup bazan gelir ama
Fakat memur olanlar bir giderse bir daha gelmez.

(…)”

agy s. 417, 418

“(…)

Dost-u rindiyim, adüvv-ü zahidim,
Ben müslümânım, ..kimdir şahidim.

(…)

Adana’da vali muavini iken söylediği iki beyit:

Aman Adana’lı, canım Adanalı,
Ben dayanamıyorum sana dadanalı…

(…)

Ne gelirdim dehre. ne çekerdim gamı,
…meseydi pederim anamı…

Doğduğumdan beri kesilmedi bir gün kederim,
Anamı …memiş olsaydı pederim…

(…)

Pâdişâhım hele bir kere geber çek elini,
….yım kabrine b..tan dikelim heykelini…

(…)”

agy s. 418-423