Etiketler

,

“(…) Savanlığa gelmişti ki Kahin Karga Zoltin telaşla el etek durdu.

‘Ne var Zoltn sabah sabah?’

‘Kralım gerçekten çok önemli.’

‘Gel bakalım.’

Gölgeliğe doğru yürüdü. Zoltin arkasından takip etti. Hayatı söz konusuydu.

‘Ne diyeceksen de bir an önce.’

‘Sayın Kralım, Jiya hanımefendinin kolyesi üzerinde küçük bir ayarlama yapmamız gerektiğini arz edecektim.’

‘Bunu şimdi mi söylüyorsun? Sorun ne?’

‘Size itaatini sağlayan garnet ve ruhy taşlarının ağırlığının birbirine denk olmadığını fark ettik. Kurnazlıki acımasızlık duygusuna karşı merhameti; liderlik, özgürlük ve özgüven duygusuna karşılık hoşgörülü itaati ortaya çıkarmak isterken, umutsuzluğa kaşı umut ve güç vermesini sağlamak isterken…’

Yutkunup derin bir nefes aldı.

‘Ne yazık ki tam tersi bir enerji yansıtacak kolye. Kötü, kötülük bile olsa sonu, geri adım atmaktan kalmayan bir cesaret verecek. Hem de deli kuvvetinden. Başını her an derde sokabilir. Kötü enerjiyi, belayı istemese de kendine çekecek. garnet ve ruby taşlarının ağırlığını dengelememiz gerek yoksa sizden, herkesten daha güçlü olduğunu ispatlamaya, kendi sınırlarını aşmaya çalışacak. Bu kendine hem de size olan itaatkarlığına zarar verecek. yani hayatı tehlikede. Umarım pırlantalar negatif enerjiyi yok eder. En azıdnan etkisini azaltacağını dşünüyorum.’

(…)”

Kar Kiraz Kuşu, Sibel Karabulut, Sıfır Yay., İstanbul, 2019, s. 46, 47

“(…)

Zoltin ise üç aydır üzerinde çalıştığı -eceliyle ölen hayvanlardan oluşan- mumya heykellerin bir kısmını bitirmişti. Zira tüm hayvanlardan oluian devasa anıt heykeli bitirmek yıllarını alacaktı. konuşma için ayrı, açılış için ayrı heyecana geliyordu. Canını bağışlatan o üçlüye minnetardı. Çünkü onlar geldikten sonra bazı şeyler değişmeye başladı. ‘Her şeyin sebebi var şu dünyada.’ diye duygulanmış, gözleri dolmuş, heykelin başında duruyordu.

(…)”

agy s. 68

“(…) Yaptığı iş anlatılarak öğrenilecek şey değildi. Zaman içerisinde görerek gelişen ustalık, yüksek konsantrasyon gerektiyordu. An geliyor varlığının dışına çıkmış da, sanki zihinsiz, bedensiz kalmış gibi buhar olup yok oluyordu. Sonradan bu an üzerine düşününce kendiyle mi yoksa işiyle mi bütünleşiyordu bilmiyordu ama hem avrdı hem yoktu. Düşünce yoktu, akul yoktu, gam, keder, endişe, dır dır, hiçbir şey yoktu. Yalnızca ali işliyor, işleyen eliyle kolunun ayırdında olmadığı bir refleksle çalışıyor, semazen gibi bir noktadan sonra hiçliğe karışıp gidiyordu. işte bu anın sihrine tutkundu paradan puldan ziyade. işine olan sadakatinin altında yatan buydu. Zindelik. (…)

(…)

(…) Gözlerini kapatıp açtı. ‘Yok, olmuyor.’ diye iç geçirip yumdu ve bir süre kapalı tuttu. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. ‘Sandalyeyi çekip oturmalıyım. Aç da uykusuz da değilim. Tansiyonum mu düştü ki? Gözüm kararmıyor, aksine ışık çakıyor. Bu da ne şimdi? Haydi, yavaşça aç.’ Aralar aralamaz capcanlı yeşil, kırmızı, sarı, mavi hücum edince hızla kapatıp el yordamıyla sandalyeyi bulup oturdu. Derin derin nefes aldı, tekrar gözlerini açtı. Karanlık odayı kaplayan kar tanesi, dantel motiflerini şekilden şekle sokuyor, gözünden içeri girecekmiş gibi büyüyüp genişleyen fraktal desenler, tam onu yutacağını sandığı anda küçülüyor, sonra yine renk, şekil, boyut değiştirip üstüne üstüne geliyordu. Kamaşan gözlerini kıstı. Buz kristalinden çeliğe dönüşmüş kar tanesinin altıgen uçları keskin birer kazık gibiydi. Boğazına dayandığını sandığı esnada sakınmak için başını yana eğince gözüne gelen lambanın ışığı ile, avcının gözüne fener tuttuğu tavşan gibi kaskatı kalıverdi. Öylelikle aklı başına geldi de kendine geldi. Görüntü gitti ama yüreği Selanik…

(…)”

agy s. 74-76